Felsefe / Karma / Teoloji

Dinlerin Çelişmesi Sorunu

World_in_God__s_hand_by_Code_Scythe

Her topluluk yerine geçerek kalabalığın gürültüsü derin bir sessizliğe dönünce, Yasa Yapan, “Budunların önderleri, bilginleri!” dedi,

“Bugüne dek birbirinden ayrı yaşayan ulusların, nasıl başka başka yollar tuttuklarını görüyorsunuz: her ulus gerçek yolunda gittiğine inanıyor; gerçeğe götüren yol tekse, düşünceler de birbirine uymuyorsa, besbelli ki yanılgıya düşen biri vardır. Bunca insan aldanıyorsa, kim çıkıp da yanılanın kendisi olmadığını söyleyebilir? Öyleyse aranızdaki anlaşmazlıklarla ayrılıklar karşısında, ilk işiniz geniş yürekle davranmak olsun. Gerçeği, sanki ona hiç birimiz ulaşmış değiliz gibi, hepimiz arayalım. Yeryüzünde bugüne dek egemen olan gelişigüzel türemiş, yenilik sevgisi ve görenekle tutunmuş, halkın coşkunluğu ve bilisizliğiyle beslenmiş olan düşünceler, gizliden gizliye, zorbalıkla etki kazanmışlardır. Düşünceler bir temele dayanıyorsa, doğruluklarına resmî bir biçim vermenin, varlıklarını tanıyıp onaylamanın artık günü gelmiştir. Bugün bütün o düşünceleri toptan bir sınava çekelim; herkes kendi inanını açıp anlatsın, herkes birbirinin yargıcı olsun; bütün insan türü için gerçek inanç hangisiyse, tek gerçek diye o tanınsın…”

Bunun üzerine, yer sırasına göre, soldan birinci sancağa söz verilince, önderleri, “Yanlışsız, kusursuz, gerçek öğretinin yalnızca bizimki olduğundan kuşku duyulamaz; üstelik bizim öğretimiz doğrudan doğruya Tanrı’dan gelmedir…” dediler. Bütün öteki sancaklar, “Bizimkinden de,” diye bağırdılar, “Bizimkinden de kuşku duyulamaz.”

Yasa Yapan, “Ama, hiç olmazsa, anlatmalı,” dedi, “Çünkü bilinmeyen bir şeye inanılamaz.” Birinci sancak, “Ölülerin dirilmesi, kuruyan sellerle yürüyen dağlar gibi bir yığın mucize, sayısız olaylar bizim öğretimizin doğru olduğunu gösterdi,” dedi. Bütün ötekiler, “Bizim de, bizim de bir yığın mucizemiz var!” diyerek, her biri en inanılmayacak şeyler anlatmaya başladı. Birinci sancak, “Onların mucizeleri uydurma acayiplikler ya da kendilerini aldatan şeytanın yaptığı sihirbazlıklardır,” dedi. Ötekiler, “Asıl uydurma olan sizinkiler!” diye karşılık verdiler. Sonra da her biri kendisini anlatıp, “Gerçek olan yalnızca bizim mucizelerimizdir, bütün ötekilerin hepsi yalandır,” dedi.

Yasa Yapan, “Yaşayan tanıklarınız var mı?” diye sordu. Hepsi de, “Hayır,” dediler, “Olaylar eskidir; tanıklarımız da öldü, ama yazıları var.” Yasa Yapan, “Peki ama,” dedi, “Ya tanıkların anlattıkları birbirini tutmazsa, onları kim uzlaştıracak?” Sancaklardan biri bağırdı: “Doğru bir yargıcı! Bizim tanıklarımızın gerçeği gördüklerinin kanıtı, o gerçeğe tanıklık etmek uğruna ölüp gitmeleridir; inancımız şehitlerin kanıyla mühürlenmiştir.” Öteki sancaklar, “Bizim inancımız da öyledir; bizim de hiç sözünden dönmeden, korkunç işkenceler altında ölüp gitmiş binlerce şehidimiz var,” dediler. Bunun üzerine her mezhepten Hristiyanlar, Müslümanlar, Hintliler, Japonlar, dini yaymak uğruna işkence görenlerin, şehitlerin, çile çekenlerin bitip tükenmeyen masallarını anlattılar.

Bu topluluklardan biri, ötekilerin şehitlerini yadsıyarak, “İnancımızın gerçek olduğunu kanıtlamak için şimdi biz ölüp gidelim de görün!” dedi. O anda, her dinden, her mezhepten bir yığın adam, kendilerine işkence etmek, ölmek için ortaya atıldı. Birçoğu, canının yandığını hiç göstermeden, hemen kollarını parçalamaya, göğsüne, kafasına vurmaya başladı. Ama, Yasa Yapan onları durdurarak, “Ey insanlar! Sözlerimi soğukkanlılıkla dinleyin: İki kez ikinin dört ettiğini kanıtlamak için ölüp gitmeniz, bunun sonucunu dörtten çok yazar mı?” dedi. Hepsi de “Hayır!” diye karşılık verdiler. “Ya beş ettiğini kanıtlamak için ölürseniz, beş eder mi?” Yine hepsi “Hayır!” dediler.

“Sizin inanışınız, hiçbir şeyin varlığını değiştirmedikten başka, neyi kanıtlar? Gerçek yalnızca birdir; sizin inançlarınızsa türlü türlüdür; demek ki içinizden birçoğunuz aldanıyorsunuz. Açıkça görüldüğü gibi, bunlar yanlışa inanmışlarsa, insanın inanışı neyi kanıtlar? Yanlış uğruna da kurban gitmişler varsa, gerçek nasıl belli olacak? Hem, Şeytan da mucizeler gösteriyorsa, Tanrılığın ayırıcı özelliği nerede kaldı? Hem de niçin hep öyle akla yatkın gelmeyen, yarım yamalak mucizeler? Niçin, düşünceleri değiştirmek varken, doğanın altı üstüne getiriliyor? İnsanların kafalarını aydınlatmak, onları doğru yola getirmek varken, onları öldürmek ya da gözlerini korkutmak da ne oluyor? Ey hem bön, hem de dediğinden şaşmayan ölümlüler! Hiçbirimiz dünkü olup biteni, bugün gözümüzün önünden geçip gideni iyice bilmiyoruz da, ne diye iki bin yıl öncesi için ant içmeye kalkışıyoruz! Ey zayıflığına bakmadan kendisini beğenen insanlar! Doğanın derin, değişmez yasaları var; bizim ruhlarımızsa kuruntular ve anlamsızlıklarla dolu; biz her şeyi anlamak, her şeyi kanıtlamak istiyoruz! Gerçekte, bütün insanlar için aldanmak, bir atomun özelliklerini değiştirmekten çok daha kolaydır.”

Bir bilgin, “Olaylara dayanan kanıtlar örtülü kaldığına göre, bunları bir yana bırakalım da, akla dayanan, öğretide bulunan kanıtları ele alalım,” dedi.

Medina_by_eenisee

Bunun üzerine Muhammed’in dininden bir imam, tam bir güvenle ortaya çıktı; Mekke’ye doğru dönüp tumturaklı bir kelime-i şahâdet getirdikten sonra, ağır, görkemli bir sesle, “Hamdolsun sana Tanrım!” dedi,

“Nur, gün gibi parıldamaktadır; gerçeğin sınavdan geçmeye gereksinmesi yok.”

Sonra da Kuran’ı göstererek,

“İşte nurun, gerçeğin özü. Bu kitabın kuşkuya gelir yeri yok. Sıradan insanı kurtarmak, bilgini de şaşırtmamak için peygambere gönderilmiş olan Tanrı sözünü tartışmadan kabul edip gözleri kapalı gideni bu kitap doğru yoldan ayırmaz. Tanrı, Muhammed’i, yeryüzüne elçi gönderdi; dinine inanmak istemeyene kılıçla boyun eğdirmesi için yeryüzünü onun ellerine bıraktı: Kâfirler ayak diremekte, inanmak istememektedirler; onların bu dikkafalılığı Tanrı’dan geliyor; korkunç cezalara çarpmak için Tanrı onların yüreklerini kilitledi…”

Bu sözler üzerine, her yandan yükselen mırıldanmalar, söylevciyi susturdu. Bütün topluluklar, “Böyle kolaycacık bizi aşağılayan bu adam da kim?” diye bağrıştılar, “Yengi kazanmış baskıcı bir yönetici gibi, kendi inancını ne hakla bize zorla kabul ettirmeye kalkıyor? Tanrı bize de onun gibi göz, ruh, zekâ vermedi mi? Neye inanıp, inanmayacağımızı bilmek için, bunları bizim de kullanmaya hakkımız yok mu? Onun bize saldırmak hakkı oluyor da bizim kendimizi savunmamız hakkımız değil mi? Onun canı sınamadan inanmak istemişse, biz de düşünüp inceleyerek inanmakta özgür değil miyiz? Işıktan korkan bu ışıklı öğreti de ne oluyor? Kim bu iyilik Tanrısının elçisi ki öldürüden, kavgadan başka öğüt vermiyor? Bu nasıl adalet Tanrısıdır ki gerçeği görememeye kendisi neden oluyor, sonra da cezalandırıyor? Gerçeğin kanıtları zor ve işkenceyse, tatlılık ve acıma da yalanı mı gösterecek?”

Bunun üzerine yandaki topluluktan bir adam, imama doğru ilerleyerek, ona, “Muhammed’i en iyi öğretinin elçisi, gerçek dinin peygamberi olarak kabul edelim,” dedi, “Ama hiç değilse, dinini yerine getirmek için kimin yolundan gideceğimizi bize söyleyiverin: damadı Ali’nin mi, yoksa halifeleri Ebûbekir ile Ömer’in mi?”

Bu adlar ağıza alınır alınmaz, Müslümanlar arasında korkunç bir ayrılık çıktı; Ömer’i tutanlarla Ali’yi tutanlar, birbirlerine sapkın, dinsiz, kâfir diyerek ilençler yağdırdılar. Kavga o kadar alevlendi ki yumruk yumruğa gelmesinler diye, yandaki topluluklardan bazıları araya girmek zorunda kaldılar. Sonunda, ortalık biraz yatışınca, Yasa Yapan, önce imamlara, sonra ; sonra öteki topluluklara dönerek, “İlkelerinizin nasıl sonuçlar verdiğini görüyorsunuz!” dedi.

“İnsanlar bu ilkelere göre davransalardı, siz bile çelişkiler çıkarıp, tek kişi kalıncaya dek birbirinizi yerdiniz; oysa, Tanrı’nın ilk yasası, insanın yaşaması değil midir? Kuşkusuz bu göz yummazlık, bu tekelcilik ruhu, her türlü adalet düşüncesine karşı gelmekte; ahlakın ve topluluğun bütün temellerini altüst etmektedir. Ama, yine de, temeli öğrenmeden biçimsellik üzerinde yargı vermemek için, bu öğretiyi toptan reddetmeden öne, dogmalarından birkaçını anlamak uygun olmaz mı?”

Topluluklar bunu kabul edince, imam, Tanrı’nın nasıl putataparlık içinde yolunu sapıtmakta olan uluslara yirmi dört bin peygamber gönderdikten sonra, bir sonuncusunu, hepsinin yetkini, hepsinin üstünü Muhammed’i gönderdiğini anlatmaya başlayarak, “Esenlik üstünden eksilmesin,” dedi.

“O acıması bol olanın, bundan böyle Tanrı sözünü kâfirler bozup değiştirmesinler diye, Kuran’ın sayfalarını nasıl kendisinin yazdığını anlattı; Müslümanlığın dogmalarını bir bir inceleyerek, Tanrı sözü olarak, Kuran’ın, tıpkı çıktığı kaynak gibi, nasıl öncesiz ve sonsuz olduğunu; onun nasıl, Cebrail’in yirmi dört bin kez geceleri görünmesiyle yaprak yaprak gönderildiğini; meleğin küçük bir tıkırtıyla geldiğini bildirmesi üzerine peygamberi nasıl soğuk bir ter kapladığını; bir gece gizem perdesi açılıp, peygamberin yarısı kadın, yarısı at olan Burak adlı bir hayvana binerek, nasıl doksan kat göklerde dolaştığını; kendisinde mucize gücü olduğu için, nasıl kızgın güneş altında yürüdüğünü; bir sözle ağaçları yeşerttiğini, kuyuları, sarnıçları suyla doldurduğunu, ayı ikiye böldüğünü; onun, gökten aldığı buyrukla, kılıcı elinde, yüceliğiyle Tanrı’ya en çok yakışan, tapınıdaki yalınlığıyla da insanlara en uygun gelen dini nasıl yaydığını anlattı. Çünkü bu dinin, topu topu sekiz on şartı vardı: Tanrı’nın varlığına ve birliğine inanmak; Muhammed’i, onun tek elçisi olarak tanımak; günde beş vakit namaz kılmak; yılda bir ay oruç tutmak; ömründe bir kez Hacca gitmek; mallarının zekatını vermek; hiç şarap içmemek; hiç domuz eti yememek; kâfirlerle savaşmak. Her Müslüman, bu yoldan gitmekle sağken gazi, ölünce de şehit sayıldığı için, daha bu yeryüzündeyken bir yığın nimetten yararlandığı gibi, ölümünde de günahlarıyla sevapları tartıya vurulup, iki kara meleğin temize çıkardığı ruhu, cehennemin üstündeki kıldan ince kılıçtan keskin köprüyü geçtikten sonra, zevkler diyarına alınıyordu. Bal, süt ırmaklarıyla sulanan; Hind’in, Arab’ın bütün o güzel kokularının yayıldığı bu yerde, hep el değmemiş gibi kalan genç kızlar, göğün hurileri, durmadan gençleşen bu seçkinleri, hep tazelenen iyiliklere ve ilgilere boğmaktaydılar.”

Bu sözler üzerine, bütün yüzlerde istem dışı bir gülümseme görüldü; topluluklardan bir çoğu, bu inanç temellerini yargıya vurarak, hep birden, “Aklı başında insanlar, böyle düşlemleri nasıl kabul ederler? Sanki bin bir gece masallarından birini dinlemiş gibi değil miyiz?” dediler.

Bir Samoyed de ortaya çıkarak, “Muhammed’in cennetini ben çok iyi buldum,” dedi. “Ama ona ulaşmak için tutulacak yollardan biri üzerinde takıldım kaldım: Çünkü Muhammed’in buyurduğu gibi gün doğmadan başlayıp gün batıncaya kadar yiyip içilemeyeceğine göre, güneşin tam dört ay batmadan ufukta kaldığı bizim ülkemizde böyle bir oruç nasıl tutulur?” Müslüman bilginler, peygamberin onurunu korumak için, “Böyle şey olmaz!” dediler. Ama, yüz ulus, bunu doğrulayınca, Muhammed’in yanılmazlığı çirkin bir sarsıntıya uğramaktan kendisini kurtaramadı.

Bir Avrupalı, “Tanrı’nın, bize, yeryüzünde geçen şeyleri hiç öğretmeyip de durmadan ahrette olup bitenleri bildirmesi ne kadar tuhaf!” dedi. Bir Amerikalı, “Ben, Hacca gitmekte büyük bir güçlük görmekteyim,” dedi, “Çünkü, bir kuşağı yirmi beş yıl, yerküre üzerindeki insanların sayısının da yalnızca yüz milyon olduğunu varsaysak, herkes ömründe bir kez Mekke’ye gitmek zorunda olduğundan, her yıl yollarda dört milyon insan var demektir. Aynı yılda da dönülemiyeceğine göre, bu sayı, iki kata, yani sekiz milyona çıkar; yeryüzünü kaplayan bu din kafilesine, yiyecek, su, yer, gemi nereden bulunacak? Bunun için mucize gerek.”

Religiongot

Bir Katolik din bilgini, “Muhammed dininin temelini yapan düşüncelerden birçoğunun kendisinden çok önce var olması, bu dinin Tanrı’dan gelmediğini gösterir,” dedi,

“Bizim kutlu dinimizle Yahudilerin dinindeki gerçeklerin değiştirilerek, karmakarışık bir biçimde bir araya getirilmesinden başka bir şey olmayan bu dini, tutkulu bir adam, kurduğu egemenlik tasarıları ve dünyalık amaçları için kullanmıştır. Kitabını gözden geçiriniz; içinde, Tevrat ile İncil’de anlatılanların saçma sapan masallara çevrilmesinden; kapalı, birbirini tutmaz tumturaklı sözlerle gülünç ya da tehlikeli inançların bir araya getirilmesinden başka bir şey göremeyeceksiniz. Bu inançlardaki ruhla, peygamberin tuttuğu yolu inceleyin; amacına ulaşmak için, yönetmek istediği budunun tutkularıyla, doğrusu ustalıkla oynayan, kurnaz ve korkusuz bir kişilikten başka bir şey bulamazsınız. Karşısına alıp konuştuğu kimseler sıradan, bön insanlardır; o da onlara olmadık acayiplikler uydurur; onlar bilgisizdirler, kıskançtırlar; o da bilimi kötüleyerek onların gururlarını okşar. Yoksul ve aç gözlüdürler; o da yağma umuduyla onların hırslarını kamçılar. En önce, yeryüzünde onlara verecek hiçbir şeyi olmadığından, göklerde hazineler yaratır. En büyük nimet diye ölmek isteğini uyandırır. Cehennemle korkakların gözünü yıldırır, gözüpeklere cenneti söz verir; yazgıya inanmakla zayıflara güç verir; bir sözcükle, bütün tutku etkenlerinden, duyguların bütün eğilimlerinden yararlanarak gereksindiği bağlılığı elde eder.

Bizim öğretimizdeyse bambaşka bir öz vardır! Bütün tutkuların yıkıntısı, bütün eğilimlerin çelişkisi üzerine kurulu etkisi, onun gökten gelme kaynağını ne denli iyi gösteriyor! Ondaki yumuşak, acıyıcı ahlak, mânevi sevgiler, onun Tanrı’dan geldiğini ne güzel kanıtlar! Evet, dogmalarından bir çoğunun insan kavrayışının üstüne çıktığı; akla, saygı içinde susmayı buyurduğu doğru. Ama bu, onun Tanrı sözü olduğunu daha iyi gösterir. Çünkü bu kadar büyük gizemi, insanlar hiçbir zaman kafalarından geçirmemişlerdir.”

Bilgin, bir eliyle Tevrat’ı, öteki eliyle de dört İncil’i tutarak anlatmaya başladı:

“Başlangıçta Tanrı, (ezelden beri hiçbir şey yapmadan durmuşken), bilinmeyen bir nedenle, artık evreni yoktan var etmeye niyetlendi. Altı günde bütün evreni yarattıktan sonra, yedinci gün yorgun düştü. İlk insan çiftini, mutlulukları tam olsun diye zevklerle dolu bir yere koydu. Bununla birlikte ellerinin altında bıraktığı bir yemişi tatmayı onlara yasakladı. Bu ilk atalar şeytana uyduklarından, bütün soyları (ki onlar daha doğmamıştı) kendilerinin işlemediği bir suçun cezasını çekmeye yargılı oldular. Bu acıyanların en acıyanı Tanrı, insanları dört beş bin yıl ilence uğrattıktan sonra, anasız doğurduğu kendi yaşındaki çok sevgili oğluna, onları kurtarmak için yeryüzüne gidip kendisini öldürtmesini buyurdu. Ama insanların birçoğu bundan sonra da, yine yollarını şaşırıp durmaktaydı. Bu yeni uygunsuzluğu gidermek için, eldeğmemiş bir kadından doğan bu Tanrı, ölüp de dirildikten sonra, her gün yeniden doğuyor, maya gibi bir biçime girip binlerce çoğalarak en son insanın soluğuna kadar dağılıyordu.”

Bundan sonra, kutlama ayinleri öğretisine geçip dinsel cezalar vermek ve bu cezaları yeniden bağışlamak gücünü; bütün suçları su ve birkaç sözle temize çıkarmak yollarını inceden inceye anlatarak, hoşgörü, Papa’nın yetkisi, “yeter” ya da “kesin bağış” sözcüklerini ağzına alınca kopan binlerce çığlıktan sözü yarıda kaldı. Luther’in mezhebindekiler, “Parayla günahların temizleneceğini ileri sürmek iğrenç bir yolsuzluk olur,”; Calvin’inkiler, “Bir gerçek varlık tanımak, İncil’in metnine taban tabana karşıttır,”; Jansenistler, “Papa’nın kendiliğinden hiçbir karar vermeye hakkı yoktur,” dediler. Otuz mezhep de birbirlerini yanılgıya düşmekle, sapıtkanlıkla suçladığından anlaşmaya olanak kalmadı.

Biraz sonra ses kesilince, Müslümanlar, Yasa Yapana şöyle dediler: “Bizim mezhebimizi, inanılmayacak şeyler ileri sürüyor diye reddettiniz. Hıristiyanlarınkini kabul edecek misiniz? Bu mezhep, adalete ve doğal duyuya daha çok aykırı değil mi? Maddesiz, sonsuz bir Tanrının insan kılığına girmesi! Kendi yaşında bir oğlu olması! Bu insan Tanrı’nın yenilip sindirilen ekmek durumunu alması! Buna benzer bir şey bizde var mı? Herkesten körü körüne bir inanç istemek, yalnızca Hıristiyanların hakkı mı? Bizim zararımıza, onlara inanç ayrıcalıkları mı tanıyacaksınız?”

Yabanıl insanlar da ileri atılarak, “Ne!” dediler,

“Bir elma yediler diye, bütün insanlar ilence uğrasın; siz de, adaletli Tanrı diyip durun! Hangi acımasız, babaların suçundan dolayı oğullarını sorumlu tutmuştur? Hangi insan, başkasının yaptıklarından hesap verebilir? Bu, her türlü adalet düşüncesini altüst etmek değil midir?”

Başkaları da. “Bütün bu ileri sürülen olayların tanıkları, kanıtları nerede?” dediler, “Kanıtlarını hiç incelemeden, bu olanları olduğu gibi kabul edebilir miyiz? En küçük bir dava açmak için bile iki tanık gerekirken bizi bütün bunları geleneklerle, ağızdan ağıza gelen sözlerle inandırmaya kalkıyorlar!”

aglama-duvarindaki-yahudi

Bunun üzerine bir haham söz alarak, “Olaylara gelince, temel için biz kefiliz,” dedi, “Ama, bunların uygulanışıyla, işin rengi değişir. Hıristiyanlar, kendi kanıtlarıyla kendilerine yargı giydiriyorlar. Çünkü bizim, kendilerinin çıktığı ilk kaynak; üzerine aşılandıkları ana gövde olduğumuzu yadsıyamıyorlar. Burada, kanıtlar yoluyla bir sonuca varıyoruz: Ya, bizim dinimiz Tanrı dinidir; öyleyse, onların ki bizimkinden ayrıldığına göre, bir sapkınlıktır; ya da bizimki Tanrı dini değildir; onlarınki de bizimkiyle birlikte yıkılıp gider.”

Hıristiyan, “Şunu ayırt etmeli,” diye karşılık verdi, “Sizinki, Tanrı dininin taslağı, hazırlık biçimidir; yoksa kesin, tamamlanmış biçimi değildir. Gerçek biziz, siz ancak onun gölgesisiniz.”

Haham, “Sizin bu çeşit savlarınız olduğunu biliyoruz,” dedi,

“Ama bunlar tümüyle boş ve yanlış şeylerdir. Sizin dininiz baştan başa gizemli anlamlara; düşlemsel ve mecazi açıklamalara dayanmaktadır. Bu din, kitaplarımızda yazılı olanları çiğneyerek durmadan gerçek anlamın yerini en düşlemsel düşüncelere vermekte; bulutlarda yüzler gören başı boş bir imgelem gibi orada keyfinin dilediğini bulmaktadır. Böylelikle, peygamberlerimizin yalnızca siyasal krallar diye düşündüğünü, siz ruhânî bir mesih olarak ileri sürüp, yalnızca bizim ulusumuzun kalkınmasını, insan türünün kurtuluşu durumuna getirdiniz. Bir tümceyeyse ters bir anlam vererek, uydurma bir eldeğmemişlik kavramı ortaya koydunuz. Böylece, işinize geleni dilediğiniz gibi uyduruyorsunuz. Söylenmiş en kapalı bir sözcük bile yokken, kitaplarımızda kutsal üçlemenizi bile görmektesiniz. Oysa bu üçleme, ilk üç yüz yılınızın kargaşası ve karışıklığı içinde sizin dinsel dizgenizi ortaya çıkaran o her dinden, her mezhepten gelme bir yığın inançla birlikte, dinsiz uluslardan alınmış bir düşüncedir.”

Bu sözler üzerine ateş püsküren Hıristiyan bilginler, “Dinsiz kâfir!” diye bağırıp, Yahudi’nin üstüne atılmak istediler. Alacalı beyaz, kara giyinmiş keşişler de, üzerinde kerpeten, ızgara, odun yığını resimleri ve adalet, acıma, sevecenlik sözcükleri bulunan bir bayrakla ilerleyerek, “Bu dinsizleri din uğruna kurban etmek; Tanrı’nın şanı için yakmak gerek,” dediler. Hemen de bir odun yığını hazırlamaya koyulunca, Müslümanlar alaylı bir tavırla onlara, “Bize övdüğünüz o barış dini; o alçak gönüllü iyiliksever ahlak bu mu? İnançsızlığa karşı hep tatlılıkla savaşan, küfürlere hep sabırla karşı koyan o İncil acıyışı bu mu? İkiyüzlüler! Siz ulusları işte böyle aldatıyorsunuz; o uğursuz yanlış düşüncelerinizi böyle yaydınız! Zayıfken özgürlük, hoşgörü, barış öğütleri verip durdunuz; güçlenince de, şiddeti gösterdiniz, işkence yaptınız,” dediler.

Hıristiyanlığın doğurduğu öldürülerin ve savaşların tarihine tam başlarlarken, Yasa Yapan susulmasını isteyerek, bu anlaşmazlığı önledi.

Alacalı keşişler, aşağıdan alan, tatlı bir sesle yanıt verdiler: “Biz kendi öcümüzü almak istemiyoruz; savunduğumuz şey, Tanrı’nın davası, Tanrı’nın onurudur.” İmamlar, “Hangi hakla, bizden daha çok, kendinizi, onun temsilcileri yerine koyuyorsunuz?” dediler, “Bizde bulunmayan ayrıcalıklarınız mı var? Siz bizden başka türlü insanlar mısınız?” Başka bir topluluk, “Tanrı’yı savunmak, Tanrı’nın öcünü almaya kalkışmak, onun gücüne ve bilgeliğine saygısızlık olmaz mı? O, şanına yaraşanı, insanlardan daha iyi bilmez mi?” dedi. Keşişler, “Evet, ama onun gittiği yollar gizlidir,” diye yanıt verdiler. Hahamlar, “Bu yolları anlamak ayrıcalığının yalnızca sizde olduğunu hep kanıtlamak zorunda kalacaksınız,” dediler. Bunun üzerine davalarına yardımcılar buldukları için gururlanan Yahudiler, dinlerinin zafer kazanacağını sandıkları sırada, Parsîlerin “Mobed”i (büyük papaz) söz isteyerek, Yasa Yapana:

“Yahudilerle Hıristiyanların yeryüzünün başlangıcı hakkındaki masalını dinledik. İçinde, her ne denli değiştirilmiş de olsa, kabul ettiğimiz birçok şey bulduk; ama bunları peygamberleri Musa’ya mal etmelerine karşı çıkıyoruz. Çünkü, en önce, onun adına yazılmış kitapların, gerçekten onun kendi yapıtı olduğunu kanıtlayamazlar. Bizse, bunların, kimlikleri bilinen bir büyük papazla bir kralın aralarında yaptıkları açık bir anlaşmayla, Musa’dan altı yüzyıl sonra yazıldığını, yirmi kesin belgeye dayanarak kanıtlamaya hazırız. Sonra da, doğrudan doğruya Musa’dan geldiğine aklın yattığı yasa yargılarını, ayinleri, inançları birer birer dikkatle gözden geçirirseniz, hiç bir maddesinde, dolaylı da olsa, Yahudilerle çocukları Hıristiyanların bugünkü din öğretilerindeki şeyleri gösteren bir işarete raslayamayacaksınız. Hiçbir yerinde ne ruhun ölümsüzlüğü, ne ölümden sonraki yaşam, ne cehennem, ne cennet, ne de insan türünün çektiği acıların en birinci etkeni olan meleğin başkaldırması hakkında bir iz göreceksiniz. Musa’da bu düşünceler hiç yoktu; bunun da nedeni çok açıktır; çünkü, bu düşünceleri, kendisinden ancak iki yüzyıl sonra Asya’da yayan bizim peygamberimiz Zerdüşt [Zaratustra] olmuştur.”

triking_zarathustra

Mobed, hahamlara dönüp, “Hem de,” dedi,

“Ancak bu tarihten, yani ilk krallarınızın yaşadığı yüzyıldan sonradır ki, bu düşünceler sizin yazarlarınızda görünür. Bu görünüş de, önceleri kapalı olarak, atalarımızla babalarınız arasındaki siyasal ilişkilere göre, yavaş yavaş olur. Bu, özellikle, Babil ve Ninova krallarınca yenilip her yana dağıtılan atalarınızın, Fırat ve Dicle kıyılarına sürüldükleri zaman, üç kuşak boyunca bizim ülkemizde yetişerek, dinlerine aykırı diye o güne dek reddettikleri inançlar ve göreneklerle kaynaşmaları sonunda olmuştur. Kralımız Serhas onları tutsaklıktan kurtarınca, gönülleri bize minnetle bağlandı; bizi örnek edindiler; bizden ders aldılar. Babil krallarının Kalde bilimleriyle yetiştirdiği en seçkin aileler, Kudüs’e yabancı dogmalar, yeni düşünceler gördüler.

İlkin, göçmen olmamış halk yığını, peygamberlerinin sessiz kalmasını ve kitabın metnini ileri sürerek, bunlara karşı geldi. Ama Ferûsî ya da Parsî öğretisi ağır bastı. Size ve dehanıza özgü düşüncelere göre değişiklikler geçirerek yeni bir mezhep ortaya çıkardı. Siz, gücünüzü yeniden kuracak bir kral bekliyordunuz; biz, onarıcı ve kurtarıcı bir Tanrı’nın geleceğini bildiriyorduk: Bu düşünlerin bir araya gelmesinden, Esenîleriniz, Hıristiyanlığın temelini kurdular… Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar! Savlarınızın anlamı ne olursa olsun, siz manevi varlıklar dizgemiz içinde Zerdüşt’ün yolunu şaşırmış çocuklarından başka bir şey değilsiniz.”

Mobed, hemen kendi dinini açıklamaya başladı. Sad-der ile Zendavesta’ya dayanıp yaratıştaki sıraya göre, evrenin altı dünya olarak yaratılışını; ilk erkekle ilk kadının, göğün bir yerinde, iyiliğin egemenliği altında ortaya çıkışını; Ehriman’ın simgesi olan büyük kara yılanla kötülüğün yeryüzüne girişini; bu kötülük ve karanlıklar cininin aydınlık ve iyilik tanrısı Hürmüz’e karşı başkaldırmasını ve onunla yaptığı kavgaları; meleklerin ak ve kara, iyi ve kötü diye ayrılışını; onların, Kerûbî, İsrâfilî, Taht, Yargılama gibi rütbe sıralarını; altı bin yılda dünyanın sona ermesini; doğayı onaran bir kuzunun gelişini; yeni evreni; azap ya da zevk yerlerinde geçecek ilerki yaşayışı; ruhların cehennem köprüsünden geçişini; Mithras’ın gizem ayinlerini; dinin gizemine sokulanların yediği hamursuzu; yeni doğan çocukların vaftiz edilmesini; ölülere yapılan duaları ve günahların çıkarılmasını anlattı. Tek sözcükle, bundan önceki üç dine benzer öyle şeyler ortaya koydu ki, bunlar insana, Kuran ile Apocalypse’in devamı ya da yorumuymuş gibi geliyordu.

Yahudi, Hristiyan ve Müslüman bilginler, bu yorum üzerinde kıyameti kopardılar. Putlara ve ateşe tapanlar diyerek, Parsîleri olayları değiştirmek, sahtekârlık, yalancılıkla damgaladılar.

Olayların tarihleri, zincirleniş sırası; inançların ilk kaynağı, bunların budundan buduna geçişi; bu inançları yayan kitapların doğruluğuyla, yazıldıkları tarih, yazanların kimlikleri, tanıklıklarının değeri üzerinde sıkı bir çekişme oldu. Türlü topluluklar birbirlerinin çelişkilerini, gerçeğe uymayan kuşkulu yerlerini ortaya çıkardılar. Birbirlerini, inançlarını halkın ağzında dolaşan sözlerle ve doğruluğu kuşkulu geleneklerle; belirsiz ya da uydurma zamanlardaki bilinmeyen, bilgisiz ya da yanlı yazarların eleştirmeden kabul edip, düşünmeden uydurdukları saçma masallar üzerine kurmakla suçladılar.

hindu_temple_by_mR_StIck

Beri yandan da, Hintli mezheplerin bayrakları altında büyük bir gürültü çıktı. Brahmanlar, Yahudilerle Parsîlerin savlarına karşı çıkarak,

“Ulus kurucu olmayan; tarihlerinin anahtarını ellerinde tutmayı kendilerine verilmiş bir hak sanarak ortaya çıkan bu yeni, pek tanınmamış budunlar da kim?” dediler, “Yaptıkları beş altı bin yıllık hesapları işitince, insanın, yeryüzünü sanki dün yaratılmış sanacağı geliyor. Oysa bizim anıtlarımız, binlerce yüzyıllık bir zamanı gösteriyor. Hem de ne hakla onların kitapları bizimkilerden üstün tutulsun? Demek ki Vedalar, Şasiralar, Puranlar, Tevrat ile İncil’den; Zendavesta ile Sad-der’den aşağı kalıyorlar? Bizim atalarımızla tanrılarımızın tanıklığı, Batılıların tanrılarıyla atalarının tanıklığı değerinde değil mi? Ah, dinsizlere gizemi bildirmeye iznimiz olsaydı! Kutlu bir örtü, bütün gözlere karşı, öğretimizi örtmeseydi!..”

Bu sözlerden sonra susan Brahmanlara, Yasa Yapan, “Açık anlatmazsanız, öğretiniz nasıl kabul edilir?” dedi, “Kendi öz budunları da inanmazken, ilk kuranlar yalnızca kendilerinin bildiği bu öğretiyi nasıl yaydılar? Tanrı onu, hiç ağıza alınmasın diye mi bildirmişti?”

Ama, Brahmanlar anlatmamakta direndiklerinden, bir Avrupalı, “Gizemin onurunu onlara bırakabiliriz; artık öğretilerinin gizliliği kalmadı; kitapları elimizde; size temelinin özetini çıkarabilirim…” dedi.

Gerçekten de bu Avrupalı, dört Veda’yı, on sekiz Puran’ı, beş ya da altı Şastra’yı inceleyip; maddesiz, öncesiz, sonsuz, yuvarlak bir varlığın kendi kendisini seyre dalarak geçirdiği sınırsız zamanlardan sonra artık ortaya çıkmak isteyince, özünde bulunan dişilik ve erkeklik yetilerini birbrinden ayırarak, o günden beri Lingam’ın temsil edegeldiği üretme eylemini nasıl yapmış olduğunu; bu ilk eylemden Brahma, Bişen ya da Vişnu, Şib ya da Siva adlı, birincisi yaratmak, ikincisi korumak, üçüncüsü de yıkmak ya da evrenin biçimlerini değiştirmekle görevlendirilmiş üç Tanrılık gücünün nasıl doğduğunu gösterdi; yaptıkları işlerle başlarından geçenlerin öyküsünü uzun uzadıya anlatarak, Brahma’nın evreni ve ruhların temizlendiği sekiz küreyi yarattığıyla gururlanıp, eşiti Şib’den kendisini üstün gördüğünü; bu gururun ikisi arasında çıkardığı kavga yüzünden kürelerin ya da gökteki yörüngelerin bir yumurta sepeti gibi nasıl paramparça olduğunu; bu savaşta yenilen Brahma’nın, Lingam’a dönüşen Şib’e yontu altlığı edecek denli nasıl küçüldüğünü; uzlaştırıcı Tanrı olan Vişnu’nun, evreni korumak için ayrı ayrı zamanlarda, nasıl dokuz türlü öldürücü hayvan biçimine büründüğünü; ilkin, nasıl balık olarak, bir aileyi evrensel tufandan kurtarıp yeniden yeryüzüne yerleştirdiğini; sonra, timsah biçimine girip, Mandregiri dağını (kutup), süt denizinden nasıl çekip çıkardığını; sonra da yaban domuzu biçimini alıp, Eremmya-Şessem devinin karnını deşerek Col uçurumunun dibine daldırdığı yeryüzünü onun dişleri arasından nasıl çekip aldığını; Chrisen adında zenci bir çoban kılığına girip, Kalengem zehirli yılanından evreni nasıl kurtardığını; ayağını sokturduktan sonra, onun kafasını ezmeyi nasıl başardığını açıkladı.

Sonra, ikinci derecedeki ruhlara geçerek, Öncesiz’in şanı görünsün diye, evreni yönetmek ve kendisini övecek ilahiler okumakla görevlendirdiği türlü türlü melek sınıflarını nasıl yarattığını; Tanrının yetkisini elinden alıp her şeyi kendisi yönetmek isteyen tutkulu bir önderin sürüklemesiyle, bu meleklerden bir bölümünün nasıl başkaldırdığını; kötülüklerinin cezasını çekmek üzere, Tanrının onları nasıl karanlıklar dünyasına attığını; yine de acıyarak onları oradan çıkarmaya, uzun sınavlar geçirmelerinden sonra da, nasıl bağışlamaya razı olduğunu; bu amaçla, Tanrı’nın nasıl on beş yörünge ya da gezegen bölgesiyle bunlarda yerleşecek canlılar yaratarak, bu başkaldıran melekleri orada seksen yedi beden değişimine uğramak zorunda bıraktığını anlattı. Böylece temizlenen ruhların, nasıl ilk kaynağa, içinden çıkmış oldukları yaşam ve canlılık okyanusuna döndüklerini; onları, bütün canlı varlıklarda birer parça bulunan bu evrensel ruhtan yoksun bırakmanın nasıl büyük bir suç olacağını açıkladı. Sonra da ayinleri, törenleri birer birer anlatmaktayken, deriden, tahtadan Tanrılara süt, tereyağı serpmekten; kurbanlardan; inek tezeği ve sidiğiyle temizlenmelerden söz edince her yandan yükselen kahkahalarla karışık gürültüler, bu söylevciyi susturdu.

Bu din üzerine, her topluluk değişik yargılara vardı; Müslümanlar, “Bunlarınki putataparlık, hepsini temizlemeli gitsin,”; Konfüçyüs’ün mezhebindekiler, “Bunların kafadan zoru var, iyi etmeye bakmalı,”; öteden birkaçı da, “Pis çocuklar gibi yıkanan ve kendilerini kirleten bal düşkünü arıların kovulması gereken bu yağlı, tütsülü heykelcikler de pek hoş tanrılar doğrusu!” diyorlardı.

Bir Brahman tiksinerek söz aldı, “Bunlar, derin gizlerdir; anlamaya layık olmadığınız gerçeklerin simgeleridir,” dedi. Tibetli bir lama, “Ne hakla, bizden daha çok layık oluyormuşsunuz!” diye karşılık verdi, “Kendinizin Brahman’nın başından çıktığınızı ileri sürdüğünüz; geri kalan insanları da, onun daha az soylu kısımlarına bıraktığınız için mi? Kastlar, kökler arasında farklar bularak gururlanmak için, önce kendinizin, bizlerden başka türlü insanlar olduğunuzu kanıtlayın; sonra, bize anlattığınız mecazi şeylerin tarihsel olaylar olduğunu; bütün bu öğretiyi de, sizin kurduğunuzu kanıtlayın. Çünkü biz, gerekirse, sizin yalnızca başka öğretileri çalıp değiştirdiğinizi; yalnızca, Batılılardaki eski putataparlığı yansıladığınızı; Buda gerçeği uluslara öğretmezden önce, yeryüzünün hiç bilmediği ve duyuların dışında kalan Tanrımızın ruhanî öğretisini de putataparlıkla acayip bir biçimde karıştırıp birleştirdiğinizi kanıtlayacağız.”

budism

Bir çok topluluk, çoğunun adını hiç işitmediği bu tanrıyla bu öğretinin ne olduğunu sorunca, lama söz aldı; başlangıçta, kendi kendisine var olan tek Tanrı’nın, bütün bir öncesizlik boyunca varlığı üzerinde derin düşüncelere daldıktan sonra, yetkinliklerini kendisinin dışında göstermek isteyerek, evrenin maddesini yarattığını; henüz daha karışık olarak ortaya çıkan dört öğeden, suları üfleyince, bunların yumurta biçiminde kocaman bir toparlak gibi kabardığını; bu toparlağın gelişerek evreni kuşatan kubbe ve göğün yörüngesi olduğunu; devinimin özü olan bu Tanrı’nın, yeryüzüyle varlıkların cisimlerini yaptıktan sonra, canlansınlar diye, öz varlığından birer parça bölerek onlara verdiğini; bu nedenle, soluk alan her varlığın ruhu evrensel ruhun bir parçası olduğu için, hiçbir şeyin yok olmadığını; ama, birinden ötekine, çeşitli gövdelere girerek, yalnızca biçim ve kalıp değiştirdiğini; bütün bu biçimler içinde, Tanrı varlığının en çok beğendiği şeyin, kendi yetkinliklerine en çok yaklaşan insan biçimi olduğunu; bir insan, duyularından bütün bütüne sıyrılıp kendisini derinden düşünmeye verirse, kendi içinde Tanrılığı bulabileceği gibi kendisinin de tanrılaşabileceğini; Tanrı’nın şimdiye dek bu türlü bedenleşmelerinin en görkemlilerinden ve en kutlularından birinin, yirmi sekiz yüzyıl önce, insanın kendisinden vazgeçerek hiçleşmesi öğretisini öğretmek için Keşmir’de Phot ya da Budh adı altında görünmesiyle ortaya çıktığını anlattı. Lama, daha sonra, Phot’un öyküsüne geçerek, onun kral kanı taşıyan bir eldeğmemişin sağ yanından doğduğunu, bu eldeğmemişin ana olduktan sonra, yine de eldeğmemiş kaldığını; ülkenin kralının, Phot’un doğumundan kuşkulanıp onu yok etmek istediği için, bu tarihte doğan bütün erkekleri öldürttüğünü; çobanların kurtardığı Budh’un, otuz yaşına dek çölde yaşadıktan sonra, insanları aydınlatma görevine başladığını; onları, cinlerden kurtardığını; akla şaşkınlık veren bir yığın mucize gösterdiğini; hep oruç tutarak, çetin çileler doldurarak yaşadığını, ölürken de, ümmetine içinde bütün öğretisini anlatan bir kitap bıraktığını söyleyerek, bu kitabı okumaya başladı:

“Phot diyor ki: “Kim anasını babasını bırakıp da peşimden gelirse, tam bir Samani (cennetlik) olur. “Kim benim inançlarımı yetkinliğin dördüncü derecesine dek yerine getirirse, havada uçmak, göğü ve yeryüzünü devindirmek, ömrü uzatıp kısaltmak (yeniden dirilmek) yetisini kazanır.” “Cennetlik kişi, zenginlikleri reddeder; ancak kendisine gereken kadarını kullanır; bedenini aşağı görür; tutkuları susmuştur; hiçbir şeyde gözü yoktur; hiçbir şeye bağlanmaz; hep benim öğretimi düşünür durur; sövmelere sabırla katlanır; yanındakilere hiç kin beslemez.” “Phot diyor ki: “Gökle yeryüzü yok olup gidecek; öyleyse siz de, hiçleşen dört maddeden yapılmış bedeninize değer vermeyin; yalnızca ölümsüz ruhunuzu düşünün.” “‘Şehveti dinlemeyin. Tutkular, korku ve dert uyandırır; tutkuları boğun, korkuyla derdi de yok etmiş olursunuz.” “Phot diyor ki: “Kim benim dinimi kabul etmeden ölürse, bu dini yerine getirinceye dek, durmadan yeryüzüne dönerek insanlara karışır.”

Lama sözlerini sürdürmekteyken, Hıristiyanlar, ortalığı kaplayan sessizliği bozup bu anlatılanın, kendi dinlerinin bir bozuntusu; Phot’un, yalnızca başka biçime bürünmüş Yesu’nun ta kendisi; lamaların da, yalnızca kılık değiştirmiş, soysuzlaşmış Nasturilerle, Manihî’ler olduklarını bağırarak söylediler.

Ama Çin’in, Japonya’nın, Seylan’ın, Siyam’ın bütün talapuanları, gonnileri, bonzları, şamanları tarafından desteklenen lama; samanilerin öğretisinin, Hıristiyanlıktan bin yıl önce, bütün Doğu’da yayılmış bulunduğunu; İskender çağından daha önce adlarının geçtiğini; Butta ya da Budh’un, Yesu’dan çok eski zamanlarda bilindiğini, Hıristiyanlara kendi yazarlarıyla kanıtladı; sonra da, onların kendi savlarını kendilerine karşı kullanarak konuştu,

“Şimdi bize, kendinizin soysuzlaşmış samaniler, mezhebinizin kurucusu dediğiniz adamın da Phot’un bir bozuntusu olmadığını kanıtlayın. Bize söylediğiniz çağda, bu adamın yaşamış olduğunu tarihsel anıtlarla gösterin. Çünkü, biz hiçbir doğru tanıklık bulunmamasına dayanarak bunun kesin olarak varolacağını tanımıyoruz. İncillerinizin bile, Pers’teki mithriaqu’larla Suriye’deki esenilerin, bu değişikliğe uğramış samanilerin kitaplarından başka bir şey olmadıklarını ileri sürüyoruz.”

Bu sözler üzerine Hıristiyanlar bağrışmaya başladı; yeniden büyük bir kavga çıkmak üzereyken, Çinli şamanlarla Siyamlı Talapuanlardan bir öbek ortaya çıkarak, herkesi uzlaştıracaklarını söylediler. İçlerinden biri de söz aldı: “Bütün bu boş karşı çıkmaları kesip atmak için, sizlere Phot’un, ölüm döşeğinde, ümmetine bildirdiği öz öğretisinin örtüsünü açmamızın sırası geldi,” dedi,

“Bütün Tanrı bilimiyle ilgili kanılar düşlemden başka bir şey değildir; Tanrıların nitelikleriyle, eylemleriyle, yaşamlarıyla ilgili bütün bu masallar, yalnızca mecazileme ve söylence örnekleridir. Bunların altında çok ince ahlak düşünceleri; öğelerin düzenli çalışmasında göze çarpan doğa eylemlerinin bilgisi; yıldızların gidişi saklıdır. Gerçek olan, her şeyin hiçliğe döndüğüdür; her şey bir kuruntu, bir görünüş, bir düştür. Manevî beden değişimi, maddi beden değişiminin mecazi anlamından başka bir şey değildir. Bu sürüp giden oluşumla, aynı cismin asla yok olmayan öğeleri, o cisim dağılınca, başka ortamlara geçerler, başka bireşimler oluştururlar. Ruh, yalnızca, maddelerdeki özelliklerle öğelerin içinde bulundukları cisimlerde kendiliğinden bir devinim yaratarak düzenli çalışmalarından çıkan bir “yaşamak ilkesi”dir. Organların düzenli çalışmasından çıkan, onlarla gelişen, onlarla uyuyan bu ürünün, onlar yok olduktan sonra da yaşayacağını varsaymak, belki tatlı bir düşlemdir; ama sapıtmış bir imgelemden çıkma, gerçek bir düşlem. Tanrı’nın kendisi de güdücü ilkeden, varlıkların içine dağılmış gizli güçten, onların özellikleriyle yasalarının toplamından, canlandırıcı ilkeden; tek sözle, evrenin ruhundan başka bir şey değildir. Bu ruh, eylemleriyle ilişkilerinin gösterdiği sonsuz değişiklik yüzünden, kimi zaman etkin, kimi zaman edilgin, kimi zaman basit, kimi zaman de karmaşık sayıldığı için, insan zekâsına, her zaman, çözülmez bir bilmece gibi göründü. Açıkça anlayabileceğimiz, yalnızca, maddenin asla yok olmadığı ve özünde bulunan özellikler sayesinde, evrenin de, canlı ve düzenli bir varlık gibi yönetildiğidir. İnsanın bu yasaları bilmesi, bilgeliği ortaya çıkarır. Erdemle yeterlilik, bu yasaların göz önünde tutulmasındadır; kötülük, günah, yanılmaysa, bunların bilinmemesinde, bunlara karşı gelinmesindedir. En küçük atomdan en yüksek yıldızlara dek zincirleme giden nedenlerle sonuçlardaki alınyazısını; ağır cisimlerin yere inmesini, hafiflerinin yükselmesini sağlayan zorunluluk, mutlulukla yıkımı da, bu yasaların bir sonucu yapmıştır. İşte, Budhamız Somona Gutama’nın, ölüm döşeğinde bildirdikleri bunlardır.”

11iht-shaman

Bu sözler üzerine, her mezhepten bir yığın din bilgini, “Bu öğreti katıksız bir maddeciliktir,” diye bağırarak, buna saygı gösterenlerin kâfir, Tanrı tanımaz, Tanrı düşmanı, yok edilmesi gereken adamlar olduklarını söylediler. Şamanlar, “Peki,” dediler,

“Varsayalım ki yanlış yoldan gidiyoruz, olabilir; çünkü insan zekâsının birinci özelliği kuruntudan kurtulamamasıdır. Ama ne hakla, tıpkı sizin gibi olan insanlardan, Tanrı’nın verdiği yaşamı alacaksınız? Bu Tanrı bizi suçlu sayıyor, bizden tiksiniyorsa, size verdiği aynı nimetleri, neden bizlere de dağıtıyor? O bizi hoş görüyorsa, sizin daha az hoşgörü göstermeye ne hakkınız var? Tanrı’dan böylesine inançla, böylesine kesinlikle söz eden sofu insanlar! Bize söyleyiverin de; Tanrı, ruh, maddesiz töz, cisimsiz varlık, organlarla duyuların dışındaki yaşam dediğiniz bu fizikötesi ve mecazi varlıkların neler olduğuna aklımız ersin. Siz, bu varlıkları, duyularınız ya da onların edindiği izlenimlerle tanıyorsanız, bizim duyularımızı da öylece, bunları kavrar duruma getirin. Yok, yalnızca tanıklığa ve geleneğe dayanarak söz etmekteyseniz, bize bunun düzgün bir tarihini anlatarak inancımıza değişmez ve özdeş temeller verin.”

Bunun üzerine, din bilginleri arasında, Tanrı ve niteliği, davranış biçimiyle kendisini göstermesi; ruhun niteliği ve bedenle birleşmesi; ruhun organlardan önce mi var olduğu, ya da ancak onların ortaya çıkmasıyla mı başladığı; gelecek yaşam, öbür dünya konularında büyük bir tartışma oldu: Her mezhep, her meslek, her kişi, birbirine karşıt olmakla birlikte, aklın yattığı nedenlere ve inanılacak yetkili kimselere dayanarak ötekilerden ayrıldığından, hepsi de içinden çıkılmaz bir çelişmeler dehlizine daldılar.

Bunun üzerine Yasa Yapan susulmasını isteyerek, konuyu ilk amacına götürdü: “Budunların önderleri ve eğitmenleri, gerçeği aramak için toplanmış bulunuyorsunuz,” dedi,

“İlkin her biriniz, onu yalnızca kendisinde sanıp, hiç düşünmeden, kendisine inanılmasını istedi. Ama inançlarınız arasındaki çelişkiyi görünce, bunları ortaklaşa bir apaçıklık ayarına vurmak, genel bir karşılaştırmadan geçirmek gerektiğini anlayarak, hepiniz, inanç kanıtlarınızı ortaya koymaya razı oldunuz. Olaylar ileri sürdünüz. Ama her dinin, her mezhebin, ötekiler gibi mucizeleri, verdiği kurbanları olduğu; hepsinin aynı derecede ağır basmasından, bu ilk nokta üzerinde tartı denk geldi.

Sonra da, kanıtlara dayananarak açıklamaya geçtiniz: Ama aynı kanıt araçları, aynı biçimde, birbirine karşıt savlar için de kullanıldığından; aynı boş savlar, aynı biçimde ileri sürülüp geri çevrildiğinden; birinin dediğini öteki aynı haklara dayanarak kabule yanaşamadığından, hiçbir şey kanıtlanmış olmadı. Üstelik de dogmalarınızın karşılaştırılmasından, daha büyük, yeni güçlükler çıktı: Çünkü bu dogmaların gösterdiği açık ya da ufak tefek değişiklikler arasından, gelişmelerinde birbirine benzeyen bir temel, ortak bir taslak bulunduğunu görünce, hepiniz bunu ilk bulanın kendiniz olduğunuzu, bunların ilk önce, kendinize bildirildiğini ileri sürerek; birbirinize, hırsızlık, düzencilik damgası vurdunuz. Bundan da çok dikenli bir konu, dinsel düşüncelerin budundan buduna geçmesi konusu doğdu.

Güçlüğü bir kat daha artırmak için, inceleyip anlamaya da kalkıştığınız bu düşüncelerin hepinize karmakarışık, dahası acayip geldiği, duyularınızın kavrayamadığı temellere dayandıkları görüldü. Sonunda, kanıtlarla dayanarak doğrulama olanağınız bulunmayan bu düşünceleri, siz de yalnızca atalarınızdan gelen yankılar diye kabul ettiniz; bundan da ayrı bir sorun, yani kavramak için sizinkilerden başka olanakları olmadığı halde atalarınıza da bu düşüncelerin nasıl gelebildiği sorunu çıkıyor. Öyle ki, bir yandan bu düşüncelerin geliş sırasının bilinmemesi, bir yandan da akılda doğuşlarıyla yaşayışlarının bir giz olarak kalması, din bilgisiyle ilgili inançlarınızın yapısını, karışık bir fizikötesi ve tarih sorununa çeviriyor…

Bununla birlikte, nasıl ki en mecazi, en düşlemsel düşüncelerin, doğada herhangi bir maddesel örneği, bir nedeni varsa, ne denli acayip olurlarsa olsunlar, bu inançların da herhangi bir başlangıcı bulunduğu için, bu başlangıca gitmeli, bu örneği bulup çıkarmalıyız. Tek sözcükle, bunca düzenin temelini yapan Tanrılık, ruh, bütün o maddesiz varlıklar gibi şimdi pek karanlık bulduğumuz düşüncelerin insan kavrayışına nereden geldiğini öğrenmeli; bunların tarih sırası ve kollara ayrılışları boyunca aralarında beliren yakınlıkları, geçirdikleri değişiklikleri ortaya koymalıyız. İçinizde bu konular üzerinde uğraşmış kimseler varsa, çıksınlar da ulusların karşısında, onların kanılarındaki karanlığı dağıtmaya çalışsınlar.”

Kaynak

Devamı —–> Dinlerdeki Amacın Özdeşliği

Volney, Yıkıntılar

(Les Ruines)

Çeviren: Samim Kazım Akses

Leave a comment